Sayfalar

18 Şubat 2011 Cuma

Futbolun demokrasisi, faşizmi nedir, ne değildir?

BAĞIŞ ERTEN 18/02/2011


Geçen hafta futbolumuzun komuta kademesi, alışık olmadığımız kavramları taktik sahasına yatırdı. ‘Demokrasi’ dediler, ‘faşizm’ dediler, ‘diktatörlük’ dediler. Oysa ne demek istediklerini gayet iyi biliyorduk biz. Mahmut Özgener son derece haklı olarak, ‘bayramlık ağız’ sezonunu açan, her başarısızlığına kulp arayan, güzelim oyunda futbol dışı öğelere başrol atfeden ‘masa başı ligi’ne destur çekmek istedi. Ama kullandığı kavramlarda bir kademe boşluğu gören Yıldırım Demirören ani bir kontratakla gol aradı ve futbolla yan yana gelmeyen kavramlardan akıl almaz bir karambol oluştu. Adnan Bostancıoğlu ne güzel söylemiş Radikal’de: “Bunlar eski Kızılderili numaralarıdır.” Söze değil öze bakınız.

Yine de bu fırsatı kaçırmayalım biz. Madem ki futbola demokrasi, faşizm, diktatörlük karıştı; biraz kurcalamakta fayda var. Önce demokrasiden başlayalım. Demokrasiyi sadece bir temsiliyet rejimi olarak tanımlarsak, futbolumuz büyük sıkıntı yaşar. Bugün futbol üzerine karar alan organların demokrasiyle, hele de katılımcı demokrasiyle hiçbir ilgisi yoktur. Oyunun asıl aktörleri futbolcuların TFF genel kurulunda sözü dinlenmez. Sadece onlar değil teknik direktörler de yok denecek kadar azdır. Taraftarlara kimse bakmaz. Sözü dinlenen tek kesim kulüp yönetimleridir ve istedikleri kararı alabilecek kadar kalabalıktırlar. Bu durum kulüp yönetimlerinde de aynıdır. ‘Demokrasi yoktur’dan kasıt buysa hakikaten de yoktur. Varsa da köleleriyle birlikte ‘işleyen’ Yunan demokrasisine benzer. Eğer demokrasi bir adalet rejimidir dersek, futbol dünyasında yine çuvallarız. Yargının yürütme tarafından seçildiği bir adalet sistemimiz var. Ezici çoğunluğu yöneticilerden oluşan futbolun ‘yasama meclisi’ (genel kurul), kendi içinden ‘yürütme’sini (yönetim kurulu) seçiyor. O da yargıyı (tahkim). Hal böyle olunca ne kadar iyi işlerse işlesin, kurumlar tartışma konusu olmaktan kurtulamıyor. Demokrasi yine ofsayta düşüyor.


Demokrasi kültüründen dem vurursak işler hepten sarpa sarıyor. Herkes nalıncı keseri gibi adaleti kendine yontuyor. Söz hakkı en çok bağırana veriliyor. Yıldırım Demirören’in bahsettiği faşizm ve diktatörlük eğilimleri en çok bu konuda öne çıkıyor. Tüm kulüp başkanları faşizan uygulamalarla sıkı fıkı. Diktatörlük eğilimi göstermeyen bir yapı neredeyse yok. Hem karar yetki süreçleri şeffaf değil, hem de demokratik katılım yolları kapalı. Faşizmin kitle ruhu anlayışı tribünlerde ikide bir depreşiyor ve linç kültürü demokrasi kültürüne fark atıyor. Evet, bütün bunlar can sıkıcı ama bu manzarayı tozpembe hale getirecek bir gözlük var elimizde: Oyunun bizzat kendisi. Yukarıdaki kavramları futbolun ‘etrafında’ deneyimlediğimizde işler ne kadar sarpa sarıyorsa, oyunun kendisine baktığımızda yüreğimize su serpiliyor.

Yetenek olarak bu kadar farklı adamların bir arada aynı takımın parçası olduğu, uzunla kısanın, şişkoyla zayıfın, hızlıyla yavaşın, güçlüyle cılızın, yerliyle yabancının, zenginle yoksulun aynı ortamı bu kadar eşit paylaştığı bir yer var mı? Takım olmak için herkesin dayanıştığı, beşte bir para alan sağ bekin ortasına milyonlarca dolarlık yıldızın vurduğu kafayla herkesin yumak olarak sevindiği bir şeyden bahsediyoruz. Adalet mi? Şu hayatta futbol kadar adil bir oyun var mı, emin değilim. İyi oynayan kaybettiğinde bile bunu özterbiye vesilesi olarak tanımlayabildiğimiz, en adaletsiz anları bile oyunun genel yapısıyla soğurduğumuz, sonuç odaklı olmasına rağmen adalete giden süreci zevkli kılan, samimiyeti sorgulanmaz bir oyun bu. O yüzden hakem gibi bir ‘dış unsur’a çıkıyor fatura. ‘İyi oynayan-kötü oynayan’ meselesi hiç sorgulanmıyor. Mahallede de böyle, Wembley’de de.
Demokrasi kültürü mü? Bakmayın hakemin kafasının horoz gibi gagalanmasına. Oyunun orijinal halinde hakem falan yoktur. Rakibine saygı göstermeden bu oyunu oynayamazsın. Futbol ikiyüzlülük kaldırmaz. Kendini yere atanı mahallede takımdan atarlar. Belden aşağı da yoktur, ‘belüstü’ de. Kanaatler ve vicdanla oynanır futbol. Kale direkleri bile hayalidir. Abanırsan özür dilersin. 10-0 biten maçın kıymeti yoktur. “Siz güçlü oldunuz, ikinci yarı Messi bize geçsin” diyebilirsiniz. Bugün profesyonel futbol dünyası, oyunun bu yüzünü giderek yıpratıyor. Ama yine de yere düşeni kaldıranı görünce seviniyoruz. Sakatlanan oyuncu varken topu taça atmak neredeyse anayasa hükmünde bir kural oldu. Hâlâ maç bitiminde forma değiştiriyorlar. Hâlâ birbirlerinin elini sıkıyorlar. Yani umut var.
Velhasıl, futbolda demokrasi de var, faşizm de diktatörlük de... Sorun onun ne olduğunda değil zaten. Sizin neresinde durduğunuzda, neresinden baktığınızda. Demokrasi dünyanın hiçbir yerine kendiliğinden gelmez. Faşizm de diktatörlük de öyle. Siyasi mücadeleler tarihinde onca kan boşa dökülmedi. Bu iş, direniş ve mücadele işidir. Ve bizim kısır orta saha mücadelemize benzemez. Her yerde ve her zaman takibi yapılması şarttır.


‘Barsenal’ Bayramı

Taraftarlığım yıprandığından beri hovardalığa çıktım sayılır. Bazen takım tutuyorum, bazen adam. Bazen tribün seviyorum, bazen forma. West Ham’in bir maçına gittim, bu sene onları ayrı bir gözle izliyorum mesela. Dünyanın en tatlı adamlarından, hem Sartre okuyan hem de teknik adamlık yapabilen belki de yegâne isim Ümit Metin Yıldız yüzünden Bahri Kaya’yla birlikte çalıştırdıkları Giresun’u izliyorum. Alaves, UEFA’da peri masalı gibi bir final oynadı diye 2B’ye düşene dek peşlerini bırakmadım. Nottingham Forrest bu sene Premier League’e çıksın istiyorum. Union Berlin, Hertha Berlin’i yendi diye mutluyum. Ama gönül ister ki ikisi de çıksın. Maradona’nın hayrına Napoli’nin attığı her gole gülümsüyorum. İki gün önce St Pauli Hamburg’u deplasmanda devirdi ya, tura çıksam yeridir. Adana Demirspor Bank Asya’ya gelsin, ona konvoy yaparız. Adanaspor düşmesin isterim. Saymakla bitmez bu liste. Daha formalar var, teknik adamlar var, tribünler var, şehirler var. Futbolu sevme nedenlerimizin haritası böyle bir şey sonuçta. Sadece sahadaki oyuna kitlenseydim bu harita çok küçülürdü. Ben halimden memnunum. Tanıl Bora’nın kitabının ismi bunun adını koyuyor zaten:
Kârhanede romantizm.
Ama şunu anlamıyorum: Futbolun bütün ‘folklorik’ yanlarını gereksiz bir romantiklik, anlamsız bir ‘dilencilik’ gibi görenler Arsenal-Barcelona maçından alınan zevki bile karambole getiriyor. Banu’nun dediği gibi Barcelona iyi oynuyor diye neredeyse ‘futbol haini’ ilan edilecek. Arsene Wenger gençleri fazla öne çıkarıyor diye anlamsız ‘saf idealist’ muamelesi görüyor. Garip değil mi? Seyrettik işte. Bu iki takım birbiriyle (hem de ‘Katalanca’) maç yaptığında, bir ‘Bülent Ersoy atasözüyle’ söylersek ‘fevkaladenin fevkine’ terfi ediyor. Yine Banu’nun söylediği gibi bunun tadına varmak daha güzel değil mi? Adını ‘Barsenal Bayramı’ koysak her yıl bir kez oynasalar güzel olmaz mı?

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder